Günlük Burç Yorumları

eski zamanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
eski zamanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Kasım 2012 Cuma

portre fotoğrafçılığı



 Sevil De Sevme by Zeki Müren on Grooveshark

Bugün duvarımdaki fotoğrafları gören bir hasta
"Biliyor musunuz Doktor Bey ben de eskiden fotoğrafçılık yapardım, ama benim yaptığım çok başka bir fotoğrafçılıktı Stüdyomu devrederken  satın almak için  gelenler bakarlardı ortada spot yok, makine yok 'Nesine bu kadar para istiyorsun?' der, yaptığım işi, istediğim parayı anlayamazlardı.
Halbuki orası başka bir yerdi:
Çetin Altan, Süleyman Demirel, İsmet İnönü, Zeki Müren hep bana gelip fotoğraf çektirirlerdi.
Mesela Zeki Müren aslında sahne fotoğraflarında hep Erol Atar'la çalışır, ama altı ayda bir fedaisi ile gelir gerçek halini görmek için bende de bir fotoğraf çektirir kendi arşivine koyardı. Erol'un çektiği rütuşlu fotoğraflardan sonra bana gelince kendini bulduğunu söylerdi" dedi



"Siz hiç rötuş yapmaz mıydınız?" dedim
"Hayır ben hiç rütuş yapmazdım. O kadar ki; mesela dışarda hava aydınlık, adamın gözbebekleri toplu iğne başı gibi kısılyor, dükkana girince de bir anda etrafı görebilmek için kocaman büyüyor. Hemen oturtup fotoğrafını çekersen gözbebekleri böyle açıkken göz dibi sarı sarı çıkar, rütuşla düzeltmek gerekir. Ben bunun için ışıkları kademe kademe yükselten bir reosta yaptırdım, onu da kart kurutma makinasının ağır devirli  kasnağına  bağladım. Müşteri gelince oturtup çay, kahve; adamına göre viski - O zaman piyasada yabancı içki yok, Amerikan Pazarından alıyorum;  ikram edip lafa tutarken  sistemi çalıştırırdım. Tavanda plakaların arkasına gizlenmiş indirek ışıklar yavaş yavaş açılınca, gözler normal ışığa alışırdı. ayrıca indirek ışık gölge oluşturmuyor, sarkma gölge yok, rütuşa gerek kalmazdı.



Mesela sık sık İsmet İnönü'yü çekerdim ben. O ölünce Mevhibe Hanım gelmeye başladı.
'Oğlum babanla benim şu fotoğrafımı birleştiriver' diyor, şimdiki fotoşap gibi yapıyoruz birşeyler..."
"Babanla mı dediniz" diye konuşmasını böldüm
"Evet, İnönü'ye baba derdim ben. Neyse getirmiş kendi gençlik fotoğrafını, İnönü'nün son yıllarında çekilmiş fotoğrafıyla birleştirmek istiyor. Yenisini de asla çektirmek istemiyor.
'Siz aynaya bakınca kendinizden nefret mi ediyorsunuz' dedim, ısrarla bir fotoğrafını çektim. Bir baktı
' Aa, ne güzel çıktı' diye şaşırdı.



Ayrıca insan yüzü asimetriktir, konuya öyle pozisyon vereceksin ki rütuş yapmana gerek olmayacak. " dedi ve ekledi
"Mesela diyelim İlhami Soysal geldi, kendini tanıttı, ben işim olmasa da ona 3 gün sonrasına randevu verirdim. Bu arada gazetedeki yazılarını okur, sonra geldiğinde etrafında yazılarından bahsederek dolaşırken havalı deklanşörle sezdrimeden doğal halini çekerdim. Yazarlar kendi yazılarından bahsedince övülünce gevşer daha iyi fotoğraf verirler."

13 Nisan 2010 Salı

Rize






Bugün ilaç yazırmak için başvuran 70 yaşın üzerinde bir hastanın kimliğinde doğum yerinin Rize-Mermerdelen olduğunu görünce

"Bu Mermerdelen adı bir sudan geliyor herhalde" dedim
"Evet, çok güzel soğuk bir suydu, mahallemize adını vermişti. Gemiler bile gelip ordan su alırdı ama artık yok. Üzerinden yol geçti. Mahallemiz de çok güzeldi arkamız dağ, önümüz denizdi.


Evimizden çıkıp denize girerdik. Şimdi evin önünden otoban geçti, denizi göremez olduk" dedi
"Siz çocukken çay ekimi başlamış mıydı Rize'de?" diye sordum
"Benim babam ilk çay ekenlerdendi. Batum'dan getirimiş çay fidanını, bahçeye dikti. Onun tohumu döküldükçe çoğaldı. Zihni Derin vardı ziraat mühendisi, O çok çalıştı. Adını çay fabrikasına verdiler sonradan.


Ondan sonra devlet ekimi teşvik etti babam da gidip bizim bahçeyi kaydettirdi." dedi

"Çayı kaydettirmek mi gerekiyordu?" diye sordum
"E kredi almak için , gübre ilaç için kaydettirmen gerekiyor tabi" dedi



"Çaydan önce ne yetiştiriyordu Rize'liler?" diye sordum
"Mandalin yetiştirirdik. İzmir'in çekirdeksiz mandalini Rize'den gelmiştir. Eskiden buranın mandalinleri çekirdekliydi. Tam o yıllarda mandaline bir hastalık geldi, herkes çaya döndü. Mandalin için duzluk arazi lazım, çay dağ taş, çalılık, heryeri örtüyor. Daha verimli oldu. Şimdi de kivi yetiştiriyorlar" dedi

Fotoğraflar Rize ve Rizeliler

8 Mart 2010 Pazartesi

6. Filo





Bugün emekli bir subay mide ağrısı ile başvurdu.
"Midenize dokunacak bir şey yiyip içtiniz mi?" diye sordum
"8 Mart kadınlar günü için 68'lilerin yemeği vardı, orada rakıyı fazla kaçırmışım" dedi


"68 olaylarına katılmış mıydınız?" diye sordum
Gururla:
"Tabi Dolmabahçe'de Amerikalı askerleri denize döktük" dedi

"Siz o gün orada mıydınız? Nasıl oldu?" diye sordum
"Benim olaylardan haberim yoktu. Yeni göreve başlamıştım, izinliydim ordan geçiyordum. Numayişi görünce iştirak ettim. Ben de bizzat bir tane attım" dedi
"Kaç kişi atıldı? Dövüp de mi attınız, ittirerek mi?" dedim



"Çok değil yahu, 5-6 kişi. Filika ile geldiler, ilk çıkanları ittirerek attık. Bir kısmı da kendiliğinden atladı kalabalığı görünce. Filikadakiler denizdekileri alıp geri gittiler. Büyük kalabalık vardı, o sayede tutuklama filan olmadı, yoksa daha baştan hayatım kaymıştı" dedi.

Mide ağrısı için Talcid tb 3x1 çiğnenecek yazdım

16 Ocak 2010 Cumartesi

höşmerim






Bugün Balıkesir doğumlu yaşlı bir hanımı muayene ettikten sonra
"Bu Balıkesir'in höşmerimi eskiden de meşhur muydu, sonradan mı icat edildi?" diye sordum.
"Ben kendimi bildim bileli vardı, ama böyle plastik kaplarda değildi.



Bütün bakkallarda satılırdı,tepside olurdu. Babamızdan para aldık mı doğru bakkala gider 1 kuruşluk isterdik. Bakkal bir parça kağıdın içine koyardı, parmağımızı batıra batıra yerdik."
dedi




"Siz evde de yapar mıydınız?" diye sordum
"Yok benim çevremde yapan yoktu. Ben bir kere denedim yapmayı, güzel olmadı, beceremedim" dedi

Son fotoğraf Havranlı Höşmerim Ustası

12 Ocak 2010 Salı

dişçi berberler









Geçen hafta böbrek ağrısı ile başvuran bir hasta bugün tahlillerini almaya geldiğinde ağrısının nasıl olduğunu sordum

"Doktoru görünce kendiliğinden geçti. Eskiden de dişimiz ağrırdı, berberi görünce anında geçerdi" dedi

"Dişlerinizi berber mi tedavi ediyordu?" diye sordum





"Tabi, ben köylük yerdenim. O zamanlar, bundan 50 yıl önce dişçi nerdee. Dişi ağrıyan köyün berberinin önünde sıraya girerdi." dedi

"Çekmekten başka bir tedavi uygular mıydı?" diye sordum

"Yok, kerpetenle tutup çeker, kanayan yere de ufak ilçasız bir pamuk koyar, tamam!" dedi






"Kökü çıkartamazsa ne yapıyordunuz?" dedim

"O zaman şehre gidince diş doktoruna gideceksin. O zaman doktor vizitesi 3 lira. Kim bulacak o kadar parayı. Berber bir çay parasına çekerdi. Çay da, saç traşı da, diş çekme de beş kuruştu. Sakal traşı 2,5 kuruştu" dedi

"Berber de pek ucuzmuş" dedim

"Berber dediğim öyle lisanslı, usta biri değil ki, köyde o işi kendine iş edinmiş bir adam. Arkayı toparla, yanları al yok. Önüne oturtup makineyle kırkıyor. Beş kuruş da az değildi. Babam 5 kuruş harçlık verirdi. 2,5 kuruşunu okulda çömleğe atar, 2.5 'unu harcanırdık." dedi






"Çömleğe niçin para atıyordunuz?" diye sordum

"Çömleğin yanında defteri vardı. Öğretmen herkesin attığı parayı oraya işlerdi. Sene sonunda çömlek kırılır herkesin birikmiş parası kendisine verilirdi. Bizi tasarrufa alıştırmak için yapardı.
Allah rahmet eylesin, çok iyi bir öğretmendi." dedi



Fotoğraflar Hindistan'daki sokak dişçileri

30 Aralık 2009 Çarşamba

doktor





Bugün daha önce de muayene ve sohbet ettiğim 90 yaşına yaklaşmış bir meslektaşım daha önceki
sohbetlerimizden benim kadar hoşlanmış olacak ki ilaçlarını yazdırırken
"Esas hikayemi anlatmayı unutmuşum" dedi
"Buyrun dinliyorum" dedim
"Güneydoğu'da bir ilçede çalışıyorduk. Yeni bir kaymakam geldi. Sanıyorum 1954 sayımıydı, bana nüfus sayımında görev yazılması talimatı vermiş. Benim işim değil ki, hasta çıkabilir, nitekim çıktı da.



Görevlendirme yazısını getiren hademeye 'Ben gitmiyorum, istiyorsa kendisi çıksın sayıma' dedim.
Bu kulağına gitmiş, yolda rastlaştık. Bana 'Sen böyle böyle demişsin, artık burada çalışamazsın, tayinini iste' dedi.
Ben de 'Daha neler, bal gibi çalışırım' dedim
Bana 'Bugünden itibaren benden çekeceğin var' dedi. Şuna bak, çocuk kavgası gibi.



Ertesi gün bir yazı yazmış, bundan sonra köylere giderken ondan izin almamı ihtaren bildiriyor. Bu ihtaren lafına ben çok alındım. Ne suçum var da beni ihtar ediyorsun. Oturdum vilayete bir yazı yazdım, 'Bu Kaymakam'ın akıl sağlığı bozuktur, derhal Elazığ Ruh Hastalıkları hastanesinde gözetim altına alınmazsa idari açıdan telafisi imkansız sonuçlar doğurabilir' diye. O zamanki Vali de İl Sağlık Müdürüyle çok yakın arkadaş, müdüre abi diyor. Önce ona sormuş, sonra Kaymakam'ı çağırtmış, 'Sen orda ne işler karışırdın' diye kızmış.




'Ya gidin sulh olun, ya da seni Elazığ'a göndereceğim'demiş.
Tabi siciline böyel birşey işlenince Kaymakamın Vali olması tehlikeye giriyor. İlçeye döndü, hademeyi göndermiş. Hademe 'Kayamakam bey seni isteeyo!' diye geldi.
'Ben artık onun yanına gitmem, kendisinde bir rahatsızlık hissediyorsa buyursun buraya gelsin' dedim




Biraz sonra çıktı geldi.
'Ya bu iş niye böyle oldu. Benim moralim bozuktu, hanım İstanbul'dan gelmemekte direniyor, ona canım sıkkın' falan dedi
Ben de 'Çağır, gelmezse boşanır buradan evlenirsin' dedim
Sonra bir daha sorun yaşamadık" dedi

İlaçlarını yazdıktan sonra her zamanki gibi kendisini elini öperek uğurladım.



Fotoğraflar LİFE dergisinden


*TÜM OKUYUCULARIMA SAĞLIKLI VE MUTLU BİR YIL DİLİYORUM

22 Aralık 2009 Salı

Antakya





Bugün 1924 Antakya doğumlu bir hasta kalp ilaçlarını yazdırmak için başvurdu.
Reçetesini yazarken 1938'deki Antakya'nın Türkiye'ye katıldığı oylamada orada olup olmadığını sordum.
"Oradaydım, ben de katıldım" dedi
"Yaşınız küçük değil miydi o zaman oy vermek için" dedim



"O dönemde Fransızlar vardı ve Suriye'ye katılmamızı istiyorlardı. Bu nedenle halkı Alevi-Sünni diye karıştırıyorlardı. Kavgalar çıktı, halbuki o zamana kadar bizim orda hiç kavga olmazdı. Ermenisi de Müslümanı da Hristiyanı da gül gibi geçinirdi. Sonra Birleşmiş Milletlerden komisyon geldi. Sırayla önce Suriye'ye katılmak isteyenler, sonra Türkiye'yi isteyenler yürüdü..." dedi



"Nasıl yani yoldan geçenleri mi saydılar?" dedim
"Hayır, saat tuttular! Vilayetin önünde 10 kişilik komisyon vardı. Herkes müzenin önünden Vilayete doğru kalabalık olarak yürüdü. Yürümeyen kalmadı, hatta köylerden geldiler, onları misafir ettik." dedi
"Ya bir grup yavaş yürürse..." dedim
Gülerek
"Öyle bir şey olmadı, normal monoton yürüdük. Zaten Türkiye'yi isteyenler çok daha fazlaydı, hemen anlaşıldı" dedi





"Fransızların size karşı davranışı nasıldı?" diye sordum
"Manda askeri nasıl davranacak, iyi davranırlardı bizi seçsinler diye. Yalnız biz her bayramda zafer takı yapardık, o zaman gelip yıkarlardı, biraz kavga dövüş olurdu. Bir de Adalı denen bir adam vardı, Müslüman olmasına rağmen Fransız mandasını istiyordu. Halk galeyana geldi bunun evini bastılar, linç edeceklerdi. O sırada bir Fransız tankı geldi. Ahali dağılmayınca kırmızı bayrak çekti..."



"Kırmızı bayrak ne anlama geliyor?" diye araya girdim
"Ateş edeceğini ihtar ediyor. Zaten sonra makineli ateşiyle o sırada duvarın üzerindeki üç genç vuruldu, üç şehit verdik. Tarih hiç yazmaz bunları" dedi
"Eğitim nasıldı?" diye sordum



"Ben ilkokula Mersin'de başladım. Yeni harflerle ilkokula başlayan ilk sınıf bizimkiydi. Annem babam harfleri hep beraber öğrendik. Ben gündüz , onlar akşamları aynı sınıflarda ders görüp, gece evde beraber çalışıyorduk. Sonra üçüncü sınıfa Hatay'da - O zaman Hatay denmiyor tabi; devam ettim, aradaki fark büyüktü, çok zorlandım. Biz İnkılap tarihi okuyoruz onlar Emevileri, bir tarafta Anadolu coğrafyası var öbürkünde Suriye. İlk sınıftan itibaren Fransızca öğretiyorlardı. İlkokulu bitiren , o zaman bakalorya denirdi; liseyi bitirmiş gibi oluyordu." dedi

Pullar önce bağımsızlığını ilan edip sonra Türkiye'ye katılan Hatay Devleti'ne ait.

14 Aralık 2009 Pazartesi

Orhan Gencebay





Bugün tansiyon ilacını yazdırmaya gelen emekli bir işçi
"Doktor Bey biraz fazla yazar mısınız, memlekete gideceğim de..." deyince
"Neresi memleket?" diye sordum
"Doğma büyüme Samsun'luyum, gidip balık rakı yapacağım" dedi
Yaşının yakınlığını göz önüne alarak acaba Orhan Gencebay'ı tanıyıp tanımadığını sordum.
"Biz aynı mahallenin çocuklarıyız, beraber büyüdük. Onlar aslen Eskişehir tatarlarındandır, Samsun'a sonradan göçtüler, kimse bilmez" dedi
"Nasıldı çocukluğu?" diye sordum
"Şimdiki gibiydi, ağır başlıydı. O zamanlar sürekli kahvenin önünde saz çalarlardı; ama ne çalma!" dedi




"Kiminle çalarlardı?" diye sordum
"Arkadaşları vardı, Sekizköşe Fikret vardı. Esas onların ustası Çarşamba'lı Arnavut Kemal'di. O çok güzel çalardı tane tane. Sürekli alem yapardık." dedi
"Nasıl yani alem, alkolle mi yoksa başka bir şeyle mi?" diye sordum



Gülerek "Bizim mahalle buranın Tepecik'i gibiydi Doktor Bey, ne istersen elli gram alabilirdin. Zaten bizi bu alem işine Çarşamba'lı alıştırdı. Onun evinde toplanır, içer, içer çalardık" dedi
"Orhan Gencebay'ın Cumhurbaşkanından yazılı izni olduğu söylenir hep, siz de duydunuz mu?" dedim


"Cumhurbaşkanından değil, adli tıptan izni var" dedi

22 Kasım 2009 Pazar

gastarbeiter*



Bugün yurtdışından emekli bir hanım ilaç yazdırmak için başvurdu.
Hangi ülkede bulunduğunu sordum, 1966-82 arası Hollanda’da işçi olarak çalışmış.
Orayı özleyip özlemediğini sordum.
“Çok özlüyorum” dedi. İlk giden gruplarda yer almış.
“O zamanlar farklı mıydı avrupalıların türk işçilere yaklaşımları?” diye sordum.
“Çok farklıydı, beni yolda durdurur etrafıma toplanırlardı” dedi.
“Ne diye toplanırlardı?” dedim.
“Hiç türk görmemişler, demek türk kadını böyle oluyormuş diye bakıyorlardı. Ben de o zaman gençtim gösterişliydim, Türkiye’de kapalı olmama karşın eşim orada başımı açtırmıştı, biraz böyle gitsin demişti” dedi. .
Çocukları olduktan sonra tekrar kapanmış. Oradaki komşuları çok saygılıymış. Bir komşusu “Senin her gün mü başın ağrıyor?” diye sormuş, Muhammedi olduğumuz için başımızı kapatıyoruz deyince çok özür dilemiş.
Çalışma hayatı çok ağırmış, kahvaltı, tuvalet he dakikaylaymış.
"Sabah 10 dakikada kahvaltı boğazıma dizilirdi, Onlar ise sabahtan evde kahvaltı edip gekldiklerinden o on dakikada kahve içerlerdi” dedi.


Siz neden kahvaltıyı evde etmiyordunuz?”diye sordum.

“E türkleri bıraksan öğleye kadar uyur, kalkamadığımızdan” dedi
“Hollanda nasıldı o zamanlar?” diye sordum.
“Çok pisti” dedi.
“Ne açıdan?” diye sordum.
Ahlaki anlamda pismiş. Çayırlarda herkes soyunup sevişiyormuş, ağaçlara donlarını asıyorlarmış.
"Türkler geldikten sonra düzeldi orası” dedi.
“Nasıl yani?”diye hayretle sordum.

Türkler çayırda soyunup sevişenlere musallat olup sarkıntılık etmeye başlayınca yapamaz olmuşlar.
“Afedersin burada hoca olan bile oraya gidince şaşırıyor” dedi.

Fikrince şimdilerde burası da aynı oranın eski zamanı gibi pis olmuş.Oradaki Türkler de, tanıdıklardan haber aldığına göre pis işler yapmaya başlamışlar, esrar satıyorlarmış, aralarında hiç dayanışma da kalmamış.




*misafir işçi


Fotoğraflar
bu siteden: Hollanda'da Türk işçileri.

15 Ekim 2009 Perşembe

köy ebeliği





Bugün genç emekli bir ebe kan tahlilleri için başvurdu.

"Ne kadar genç emekli olmuşsunuz, tam üretken çağınızda" dedim
"Hayatım çalışmakla geçti Doktor Bey, yaşım ilerleyince rahatlarım diyordum ama bir değişiklik olmayınca ben de ayrıldım" dedi
"Göreve nerede başladınız?" diye sordum



"Niğde'de bir köyün sağlık evinde ebe olarak 5 sene kaldım. O kadar çok doğum oluyordu ki...Çok çaresizdim. Köyün kışın merkeze bağlantısı kapalı, açık olsa da merkeze gitmek bir saat. Bir Allah, bir sen, yapayalnızsın. Bazen makat gelişi, kol sarkması gibi zor doğumlar oluyordu, götürün diyordum, 'ne olur yardım et!' diye yalvarıyorlardı. Ben sağlık meslek lisesinden mezun 18 yaşında çocuğum. Okulda 13 doğum yaptırdım, mezun oldum. Bütün tecrübem bu! O zaman ben de Allaha yalvarıyordum ne olur yardım et diye.



Motor gürültüsünden , kapı vurulmasından korkar olmuştum. Gece uykunun en tatlı yerinde bir motor sesi, güm güm kapı vurulur, haydi kalk doğuma. Köy de iki parça halinde, gece ayazda 40 dakika yürüyorsun, kalın giyiniyorsun bu seferde terliyorsun. Hala bizim evde kapıya tahtaya vurmak yasaktır, hiç sevmem o sesi" dedi


"Niye sağlık evinde yaptırmıyordunuz doğumu?" diye sordum
"Sağlık evinde hiç bir şey yok ki, dört duvar, bir masa. Sadece denetleme işine, bir de enjeksiyona yarıyor. Köylüler bakkaldan penisilin alır gelir, illa da bunu yapacaksın diye tutturur. Yapmayınca kızarlar, sen de yeni yeni adetler getirdin derler. Onlara göre çocuğu hasta ben de bakkaldan aldığı penisilini yapmak zorundayım. Buna alıştırmak zor oldu" dedi




"Penisilin bakkalda mı satılıyordu?" dedim
"Sadece Penisilin olsa iyi! Doğuma giderim yaşlı kadınlar bakkaldan Synpitan* alıp vurmuş olurlardı. 'Yapıverdik guzum, kolay doğursun diye' derler bir de" dedi
"Litotomi masanız yokken nasıl doğum yaptırıyordunuz?" diye sordum
"Halı minderler vardı köyde, kalın içi sert, ben onları kullanıyordum.İkisini üstüste koyup gebeyi yatırıyor, arkasına da bir yaşlı kadın koyuyordum, ona dayanıp güç alıyordu.



Yaşlı kadınlar da doğum yaptırıyordu. Bazen aynı anda iki doğum gelirdi, ilk gelene giderdim, ikincisini onlar doğurturdu. İşim bittikten sonra gider bakardım, bitmemişse onu da doğurturdum"
dedi

*Rahimin kasılmasını sağlayan bir ilaç

İlk fotoğraftaki Zen grubunun albüm kapağı Niğde Sağlık Müdürlüğünün sitesinden,

23 Eylül 2009 Çarşamba

kore tugayı





Bayram tatilinde okuduğum emekli mühendis M.Suat Çakmak'ın anılarından toplumumuzun 50 yılda pek değişmediğini öğrendim.
Kitaptan 1957'de Kore'ye gidecek erlerin eğitimi ile ilgili bir bölüm aktarmak istiyorum:
Kore'ye asker nakli 2500 kişilik Amerikan gemileriyle İzmir Limanından yapılıyordu. Amerikan yaşantısına göre hazırlanmış bu gemiler Anadolu çocuğu olan bizim askerlerimizin yaşam biçimleriyle bağdaşmadığından yıllardır yapılan bu seferlerde karşılaşılan aksaklıklar Amerikalılarca saptanmış ve askerlere bu konuda eğitim verilmesi istenmiş.
Bunların başında tuvalet ve domuz eti meselesi geliyordu. Yüzbaşı bu eğitiler için bizi görevlendirdi.
Hela meselesi için bir gaz tenekesinin üstüne oturulacak şekilde iki tahta çaktırdık. Bu sözüm ona klozetti. Bunu eğitim yapacağımız ağacın altına oynamayacak şekilde yerleştirdik.


Yanındaki bir dala bir rulo kağıt astık. Yukardaki bir daldan da ucuna taş bağlı bir ip sarkıttık. Böylece alafrangavari tuvaletimiz hazırdı. Her er sırayla klozetin yanına geliyor, pantolonunu indiriyor(büyük zorluklar çıktığı için donu indirtmekten vaz geçtik), hela taşına oturuyor, güya işini görüyor, yanındaki kağıt rulosundan güya bir parça koparıp kıçını siliyor, kalkıp pantolonunu topluyor, yanındaki, yukardaki dala asılı ipi çekiyor, güya helayı temizliyordu. Bu uygulamayı her ere 2-3 defa tekrarlattık.



Gemide domuz eti ve domuzla ilgili hiçbir yiyecek yoktur diye defalarca anons edildi.
...

Bir gün nöbetçi subaylara bir emir geldi, bütün eratı güvertede toplayıp yatakhanelerde kuru soğan aradık. İnanılmaz bir şey: Yastıkların içinden, yatakların altından çuvallarla kuru soğan topladık.



Bütün açıklamalara, mutfakta çalışan arkadaşlarının şahitliğine rağmen güzelim sığır etleri atılıyor, soğan çalınıyor, bu tuz ekmekle yeniyor, bu durum da kullanılan kapkacakta daha önce domuz eti pişmiş olma olasılığıyla açıklanıyordu.
Tuvaletlerin hali ise tam bir rezaletti, pislikten yanına yaklaşılmıyordu.


fotograflar buradan

16 Eylül 2009 Çarşamba

deve reno




Bugün motor çarpması sonucu yaralanan bir hastayı muayene ettim.
Elinde oluşan derin kesiği görünce kazanın nasıl olduğunu sordum.
"Sorma Doktor Bey, benim hatam. Geçerim sandım, yola fırladım, elim motorun sepetine çarptı." dedi
"Çarpan ne yaptı?" diye sordum
"Hiç durmadı. Aslında dursa iyi olurdu, ama söyleyecek bir şeyimiz de yok, ben de 30 yıllık şöförüm, kabahat benim" dedi



Elini dikmek için uyuştururken korkusu azalsın diye sohbet açıp, nerede şöförlük yaptığını sordum
"Şimdi servis şöförlüğü yapıyorum, uzun süre dolmuşçuluk yaptım Gültepe hattında" dedi
"Oraya Deve Reno'lar çalışıyordu değil mi?" dedim


"Evet o Gültepe yokuşlarına başka araç çıkamadığından uzun yıllar onlar çalıştı" dedi
"Ben de şeklinden ötürü Deve deniyor sanıyordum" dedim
"Hayır, güçlü olduğundan deniyordu. Şimdiki İsuzu'la kadar, 150 beygirlik motor vardı onlarda. 40 kişiye kadar aldığımı biliyorum" dedi


"Neden terkedildiler?" diye sordum
"Çok benzin yaktıklarından. Misal, Ford'un Commer'in 1 lira yaktığı yere onlar 2 lira, 3 lira yakıyordu" dedi


Dikiş attıktan elini sonra suya sokmamasını ve pansumana gelmesini söyledim

Çankaya-Gültepe dolmuşu fotoğrafları
buradan