Günlük Burç Yorumları

ilginç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ilginç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Mart 2013 Pazartesi

polis rozeti



King of Pain by The Police on Grooveshark
 
 Bugün kimliğini çıkartmak için cüzdanına davranan bir polisin cüzdanının içinde metal polis rozetini görünce
"Filmlerde görüyordum ama sahiden kullanılıyor mu bu rozetler" dedim
"Evet, hem de saf gümüşten. Bayağı pahalıydı, parasını  bizden taksit taksit kestiler" diyerek cüzdanına perçinlenmiş olan rozeti incelemem için uzattı.
"Bu rozetin parasını sizden mi aldılar?" diye sordum
"Tabi, silah için de veriyoruz. Gerçi vergisiz olduğundan normal fiyatından çok daha ucuza geliyor ama yine de maaştan kesiliyor" dedi
"Evde kendi silahın varsa, satın almasan olmuyor mu?" diye sordum
"Hayır devletin verdiği silahı kullanmak mecburi, bu konu çok hassastır" dedi




"Rozeti kaybederseniz bir daha mı para ödeniyor?" diye sordum
"Tabi ayrıca hem rozet, hem silah kaybında dörder ay kıdem durdurma cezası alıyorsun. Zimmetli olmasa üzerimde taşımayacağım bile. Bizden geçti ama genç arkadaşların çok hoşuna gidiyor. İhalesi yapılamamış, uzun süredir dağıtılmadığından bizimkilere hayran hayran bakıyorlar" dedi



"Sahtesini yapmışlardır bu rozetin değil mi?" dedim
"Çook! Sahtesinin ortası kırmızı oluyor. Dizilerde falan kullanılanlar hep öyledir. Gerçeğinde ise görüyorsunuz kırmızı yok.  Bizimki saf gümüş, amirlerinki de düz sarı" dedi



"Onlar da altından mı yoksa ?" diye sordum
"Yok pirinç mi, sarı mı neymiş" dedi

30 Kasım 2012 Cuma

portre fotoğrafçılığı



 Sevil De Sevme by Zeki Müren on Grooveshark

Bugün duvarımdaki fotoğrafları gören bir hasta
"Biliyor musunuz Doktor Bey ben de eskiden fotoğrafçılık yapardım, ama benim yaptığım çok başka bir fotoğrafçılıktı Stüdyomu devrederken  satın almak için  gelenler bakarlardı ortada spot yok, makine yok 'Nesine bu kadar para istiyorsun?' der, yaptığım işi, istediğim parayı anlayamazlardı.
Halbuki orası başka bir yerdi:
Çetin Altan, Süleyman Demirel, İsmet İnönü, Zeki Müren hep bana gelip fotoğraf çektirirlerdi.
Mesela Zeki Müren aslında sahne fotoğraflarında hep Erol Atar'la çalışır, ama altı ayda bir fedaisi ile gelir gerçek halini görmek için bende de bir fotoğraf çektirir kendi arşivine koyardı. Erol'un çektiği rütuşlu fotoğraflardan sonra bana gelince kendini bulduğunu söylerdi" dedi



"Siz hiç rötuş yapmaz mıydınız?" dedim
"Hayır ben hiç rütuş yapmazdım. O kadar ki; mesela dışarda hava aydınlık, adamın gözbebekleri toplu iğne başı gibi kısılyor, dükkana girince de bir anda etrafı görebilmek için kocaman büyüyor. Hemen oturtup fotoğrafını çekersen gözbebekleri böyle açıkken göz dibi sarı sarı çıkar, rütuşla düzeltmek gerekir. Ben bunun için ışıkları kademe kademe yükselten bir reosta yaptırdım, onu da kart kurutma makinasının ağır devirli  kasnağına  bağladım. Müşteri gelince oturtup çay, kahve; adamına göre viski - O zaman piyasada yabancı içki yok, Amerikan Pazarından alıyorum;  ikram edip lafa tutarken  sistemi çalıştırırdım. Tavanda plakaların arkasına gizlenmiş indirek ışıklar yavaş yavaş açılınca, gözler normal ışığa alışırdı. ayrıca indirek ışık gölge oluşturmuyor, sarkma gölge yok, rütuşa gerek kalmazdı.



Mesela sık sık İsmet İnönü'yü çekerdim ben. O ölünce Mevhibe Hanım gelmeye başladı.
'Oğlum babanla benim şu fotoğrafımı birleştiriver' diyor, şimdiki fotoşap gibi yapıyoruz birşeyler..."
"Babanla mı dediniz" diye konuşmasını böldüm
"Evet, İnönü'ye baba derdim ben. Neyse getirmiş kendi gençlik fotoğrafını, İnönü'nün son yıllarında çekilmiş fotoğrafıyla birleştirmek istiyor. Yenisini de asla çektirmek istemiyor.
'Siz aynaya bakınca kendinizden nefret mi ediyorsunuz' dedim, ısrarla bir fotoğrafını çektim. Bir baktı
' Aa, ne güzel çıktı' diye şaşırdı.



Ayrıca insan yüzü asimetriktir, konuya öyle pozisyon vereceksin ki rütuş yapmana gerek olmayacak. " dedi ve ekledi
"Mesela diyelim İlhami Soysal geldi, kendini tanıttı, ben işim olmasa da ona 3 gün sonrasına randevu verirdim. Bu arada gazetedeki yazılarını okur, sonra geldiğinde etrafında yazılarından bahsederek dolaşırken havalı deklanşörle sezdrimeden doğal halini çekerdim. Yazarlar kendi yazılarından bahsedince övülünce gevşer daha iyi fotoğraf verirler."

16 Mart 2012 Cuma

Alaska

This Is a Film by Iggy Pop on Grooveshark

Bugün iş raporu almak için gelen üniversiteyi  yeni bitirmiş Mardinli bir gence 
"İlk defa mı çalışacaksınız?" diye sordum
"Hayır daha önce Alaska'da çalıştım" dedi
"Nasıl yani, Amerika'daki Alaska mı?" diye sordum
"Okul bitince work and travel olarak Amerika'ya gittim, 4  ay kaldım ama baktım şartlar zor geri döndüm" dedi
"Nasıl gidiliyor o şekilde?" diye sordum
"Burda bir acente ile anlaşıyorsun. Onun ücreti bilet ücreti derken 5000 liraya yakın para harcadım. Orada da bir balık fabrikasında çalıştım, somon temizledim" dedi




"Alaska nasıldı?" dedim
"Tabiatı çok güzel, bizim bildiğimiz gibi bir yer değil. 19 kişilik pırpır uçakla gittik. Ben havaalanının önünde bekliyordum, içerden görevli gelip ne yaptığımı sordu. Beni alacak kişiyi beklediğimi söyledim. Beni içeri soktu, orada öyle dışarda beklenmezmiş, vahşi hayvan saldırabilirmiş. Yaz ayları olduğundan hava çok soğuk değildi, ceketle gezebiliyorduk. Para harcayacak hibir şey yoktu, ufak bir köy gibi. Yeme içme yatak için günde 5 dolar ödüyorduk, ama yemeklerini yiyemiyorduk. Balıkları da çok yağlı ama pişirmesini bilmiyorlar haşlıyorlar. Biz mangal yaptık öğrettik. Yemekte çıkan pilavı alıp balıkla karıştırıp midye dolma gibi yiyorduk" dedi


Fotoğraflar  Alaska'da doğaya karışan  Christopher McCandless'a ve macerasını anlatan İnto the wild isimli filme ait



3 Nisan 2011 Pazar

sahte içki




Geçen hafta hapşuruk yakınması ile başvuran bir barmene:
"Nasıl alkol zamları içki tüketimini azalttı mı?" diye sordum.

"Tüketimi biraz azalttı tabi, ama esas sahteciliği arttırdı. Millet kalitesiz içkilere yöneldi" dedi

"Nasıl sahtecilik?" diye sordum

"Doktor Bey bu alkolü içkilerde sahtecilik çok olur. Mesela şimdi moda oldu, sokaklarda 3-5 liraya tekila şatı satılıyor. O satılanın içinde bir damla tekila yok" dedi

"Ne var peki?" diye sordum

"2,5 santilitrelik şatın dörtte biri Bacardi, gerisi ucuz votka ve tonik. Kimse ayırt edemiyor. Zaten bir şişe tekila 70 lira, o fiyatlara satmaya imkan yok" dedi


"Başka ne gibi sahtecilikler oluyor" diye sordum

"Ben çok meyhanede çalıştım. Hemen hemen bütün meyhaneler rakıyı sulandırır, kendilerine bir şişe çıkartır" dedi

"Sulandırılınca beyazlamıyor mu?" diye sordum


"Şimdi standart olarak 12 şişe rakıyı bir kazana boşaltırsın, içine bir şişe ılık suyu yavaşça karıştırdın mı beyazlamaz. Sonra tekrar şişelere doldurup ağzındaki bileziğe de birer damla japon yapıştırıcısı damlattın mı, masada çıt diye açılır. Bunu 12 şişe rakıya 2 şişe su ile yapanlar da vardı. Şimdi yeni bilyeli kapaklardan sonra azaldı" dedi

"Ben de neden garsonlar şişeleri kendileri açıp da masaya bırakıyor diye merak ediyordum" dedim


Hapşuruğu allerjik rinit vasfında olduğundan kendisine nasal bir kortizon preparatı yazdım ve ilacı özellikle sabah evden çıkmadan, yani çiçek tozları ile karşılaşmadan kullanmasını söyledim.

6 Şubat 2011 Pazar

muhtarlık






Bugün ilaç yazdırmak çin başvuran emekli bir Uluslararası İlişkiler Profesörüne
"Mübarek'ten sonra Mısır'a demokrasi gelecek mi acaba?” diye sordum
“Bence zor. Bakın bizim iyi kötü 60 yıllık demokrasimiz var. Size seçimlerle ilgili bir örnek vereyim” deyip anlatmaya başladı:
“Ben Ege’nin dağ köylerindenim. Bizim köyde muhtarlık seçimi vakti geldiğinde büyük bir pazarlık başlar. Muhtar olacak kişinin 800 haneli köyde en az 70-80 bin lira harcaması gerekir. Blok oyu olanlarla pazarlık edilir, el sıkışılır. Mesela benim evde 4 oyum var, bin liraya el sıkışıyoruz. yüzü peşin dokuzyüzü seçimden sonra..." dedi


“O dört kişinin oy verdiği nasıl anlaşılıyor” diye sordum
“Her anlaşmaya ayrı bir şifre veriliyor. Mesela bana diyor ki sen ihtiyar heyetinden Ahmet Aga’yı çiz yerine köyün delisi İzzet’i yaz, veya başkasına Mehmet'i çiz Hülya Avşar’ı yaz. Sonuçta köyün delisine 4 oy çıktı mı gidip paranı alıyorsun. İhtiyar heyetini de dengeli çizdiriyorlar ki hepsi seçilsin” dedi
“Para almadan oy veren yok mu yani?” dedim


“Var tabii canım; kemik oylar var, akrabalar falan. Seçim öncesinde her aday ve çevresi toplanır saatlerce fısır fısır, elde hesap makinesi hesap yapar” dedi
“Neden bu kadar önemli muhtar seçilmek? Maddi bir kazanç mı bekliyorlar?” diye sordum
“Yoo, aksine cebinden bile harcar. Muhtarlık köy sosyetesinde gelinebilecek en yüksek konum. Herkesin saygısını kazanırsın, kaymakamla, komutanla yemek yersin, bütün bunlar insanın hoşuna gider” dedi ve bu şekilde seçilen muhtarlarının bir icraatını anlattı:


“Bizim köyle komşu köy arasında sulama konusunda kavga çıkmış, komşu köylüler bizim köyün sulama borularını kırmış. Köylü muhtara, 'Git Kaymakam'a şikayet et!" diye baskı yapıyor. Muhtar köylüye demiş ki:
‘Şimdi ben gidip şikayet etsem beni dilekçe yaz, DSİ’ye git, Adliyeye git diye dolaştırırlar, bir sonuç alamayız. Siz en iyisi beni yarın Kaymakamlığın önünde köy dolmuşundan inerken karşılayın, biraz dövün’


Köylü belirlenen saatte ilçe merkezine gelen muhtarı dolmuştan iner inmez tartaklamaya, 'Hakkımızı aramıyorsun' diye bağırıp çağırmaya başlamış. Muhtar da sözümona kaçarak Kaymakamlığa sığınmış, kendini Kaymakam’ın odasına zor atmış Arkadan kovalayan köylüleri def edip güç bela kapıyı kapatınca Kaymakam heyecanla meseleyi sormuş. Öğrenince hemen konuyu tetkik etmesi için Jandarma Komutanına , kırılan su borularının tamiri için de Özel İdareye emir vermiş. İşleri bir günde hallolmuş. Nasıl Muhtar olmak kolay değil di mi Doktor Bey” dedi
“Bu muhtarın kesin başka hikayesi de vardır ” dedim
“Olmaz mı onu da anlatayım, yarın yazarsınız” dedi

21 Ocak 2011 Cuma

paraşüt birliği







Bugün ilaç yazdırmaya gelen emekli bir polis
"Oğlanı da askere gönderdik, yurtdışında çalıştığından 21 gün yapacak" dedi
"Siz ne kadar yapmıştınız?" diye sordum
"Ben 20 ay yaptım, bir de 12 Eylülden sonra 15 gün daha yaptım" dedi

"O niye?" diye sordum
"12 Eylül'den önce polisle askerin arası pek iyi değildi. Kaynaşsınlar diye bütün polislere 15 gün askerlik yaptırmaya kalktılar, ama kaynaşma biraz ters oldu. 3-4 dönem sonra vazgeçtiler" dedi


"Ne oldu ki?" dedim
"Assubaylarla emretme konusunda kavga çıktı. Sonra zaten bize bulaşmasınlar diye döşümüze polis diye yazdılar. Ben esas askerliğimde paraşütçüydüm, Yüzbaşı beni paraşüt kulesine çıkartıyor, atlamıyorum. Kaç kere çıkarttı, dedim, uçak getir atlayayım ama buradan atlamam" dedi


"Neden kuleden atlamak istemediniz?" diye sordum
"Kule bir garip bir şey, iple bağlısın, yer yakın falan. Uçaktan atlamak kolay. Zaten uçağın içindeyken uçağı sağa yatırıyor sola yatırıyor, düşüyormuş gibi yapıyor, o kadar ki sen bir an önce şu uçaktan bir kurtulayım diye bakıyorsun. Hesapta kendini kapıdan dışarıya çekip ileriye atlaman lazım ama şöyle omuzunu kapıdan çıkarttın mı rüzgar seni alıp götürüyor" dedi


"Atlayamayan ne oluyor?" diye sordum
"Komandoluktan ayrılıp başka birliğe gidiyor ama hoş bir şey değil, kimse istemez.
Ayağı kırıklar bile atlıyordu" dedi
"Nasıl yani" diye hayret ettim
"Hesapta yere inerken ayaklarını birleştirmen, dizleri kırman lazım, ama ilk heyecanla yere yanlış bastınmı ayak kırılıyordu. 1 ay alçıyla gezdikten sonra hadi atlayışa diyorlardı. Er de zaten para almak için atlamak istiyordu. Bu sefer sakat ayağı korumak isterken diğerine yüklenip onu da kırıyorlardı" dedi
"Atlayış yapınca erlere para mı veriliyordu?" diye sordum


"Evet Nato'nun böyle bir rasyonu vardı. Hem de çok iyi para veriyorlardı. Bizimkiler 1 kişiye verilen parayı 5-6 kişiye böldükleri halde ben bir atlayış parasıyla 90 km uzaklıktaki memleketime taksiyle gidip geliyordum" dedi
"Alçıyla atlamaya nasıl izin verildiğini hiç anlayamadım" dedim
"Kimsenin ilgilendiği yok ki.Dönem Kıbrıs Harbi'nin sonrası, eğitim zayiatı deniyor geçiliyor. Bizim dönemde 6 kişinin paraşütü açılmadı, iki kişi denize atlarken boğuldu şehit oldu. Sarıkamış'ta tatbikata gittik. Tepenin üzerinde ufacık bir düzlüğe atlıyoruz. Bizi izleyen Amerikalı subay 'Biz buraya en fazla 15 kişi atardık, siz 600 kişiyi nasıl indirdiniz' diye parmağını ısırmış. Sonradan komutan anlattı. " dedi


"Paraşüt neden açılmıyor?" diye sordum
"Bunları katlayıcı erler var. Katlarken arasına pudra serpiyorlar. Pudrası az oluyor, çok oluyor, yapışıyor, açılmıyor. Yedek paraşütü açmadan önce eskisinden kurtulmazsan ikisi birbirine dolanıyor, mum olma deriz biz, açılmıyor, taş gibi düşüyorsun" dedi
"Denizde boğulanlar yüzme bilmediğinden mi boğuldular?" diye sordum
"Bilsen ne olacak ki. Sırtında G3 tüfek, bacağında 35 kilo çanta, göbeğinde yedek paraşüt, yüzme bilsen de nasıl yüzeceksin. Suya 10-15 metre kala paraşütü ayırıp suya atlaman lazım. Çengeli açamayan boğuluyor" dedi


"Tüfek denize girip çıkınca bozulmaz mı?" dedim
Gülerek "Çıkınca söküp temizlersin, yağlarsın, bir şey olmaz" dedi

18 Ekim 2010 Pazartesi

bahşiş dilekçesi





Bugün ilaç yazdırmaya gelen bir hasta gemi sayahatinden döndüğünü söyleyince
"Nasıl memnun kaldınız mı?" diye sordum
"Çok memnun kaldık, ilk fırsatta yine gitmek istiyoruz. Geceleri hep yol yapıyor, sabah limana inip geziyorsun. Vize de gerekmiyor" dedi
"Vizesiz nasıl geziliyor?" diye sordum
"Gemide pasaportları alıp manyetik bir kart veriyorlar. Şehre onunla çıkıyorsun. Böylece geri dönmeyen olursa hemen anlaşılıyor. Bizim gruptan birisi gemiye dönüş saatini şaşırmış da büyük olay oldu, polisler falan geldi." dedi




"Söylenen ücretlerden başka bahşiş gibi gizli ücretler de oluyormuş, öyle mi?" dedim
"Kişi başı günlük 7 euro bahşiş var, ama biz yolunu öğrendik. Bir dilekçe yazıp şu kadar bahşiş vermek istiyorum diyorsun. Mesela biz kişi başı 10 euro vermek istediğimizi yazdık. Turun sonunda ekstreye baktık 10 euro düşmüşler. Dilekçe vermeseydik 8 günde 56 euro verecektik. Bu sayede 92 euro cebimizde kaldı. Hizmetleri güzeldi ama zorunlu bahşiş hoş birşey değil" dedi

6 Mayıs 2010 Perşembe

çıkıkçı




Bel fıtığı nedeniyle bir beyin cerrahının ameliyat olmasını, bir diğerinin de olmamasını önerdiği bir hastam bana danışınca kendisini güvendiğim bir
kayropraktik uzmanına yönlendirmiştim.
Bugün kontrol için geldiğinde nasıl olduğunu sordum.
Utanarak ,
"Gönderdiğiniz merkezde 2 hafta sonrasına randevu verdiler. Ben de arkadaşlarımdan methini duyduğum Alaşehir'deki birine gittim. Adam bana bir masaj yaptı, şimdi çok iyiyim. Kontrol filmlerini gören cerrah da fıtığın içeri giridğine hayret etti, filmleri alıkoydu" dedi
"Nasıl masaj yaptı?" diye sordum
"Şimdi bu adamın yeri sanayi sitesinde traktör tamircisi. Önceden randevu aldık, ben 46. sıradaydım. 100 kişi bakıyormuş günde! Beni masaya yatırdı, elleriyle yoklayıp fıtıkların yerini tek tek saydı. Sonra yağladı, çekti, bacağımı kıvırdı, canım epeyce yandı. Bitince kalk şimdi 1 saat dolaş oturma sakın dedi. O anda birşey farketmedim ama o günden beri bacağımdaki ağırlık ve ağrı kalmadı" dedi
"Kaç paraya yapıyor bu işi?" diye sordum



"Para istemiyor. Çıkışta bir kutu var, isteyen istediği kadar 10-20 atıyor. Adam zaten dönüp de bakmıyor bile o tarafa. Sizin tavsiye ettiğiniz yere de gideceğim" dedi
Kendisine iyileştiğine göre artık oraya gitmesine gerek kalmadığını, kayropraktik uzmanlarının da aynı işi yaptıklarını ancak işin eğitimini bilimsel yollarla alıp bunu diplomaları ile kanıtladıklarından daha güvenilir olduklarını, kendisinin gittiği gibi alaylı kişilerin gerçekten işinin ehli olabileceği gibi piyasada pek çok şarlatan da olduğunu, bilinçsiz yapılan manipülasyonların kalıcı hasarlar yaratabileceğini, bunlardan birine denk gelmediği için şanslı olduğunu, söyledim.

Fotoğraflar Soul Kitchen filminden

22 Mart 2010 Pazartesi

Kore




Haftasonu evimize konuk olan Kore'li bir kıza Asya ırklarını dış görünüşleriyle birbirinden ayırıp ayıramadıklarını, sözgelimi bir Japon ile bir Koreliyi ayırt edip edemediklerini sordum.
"Elbette edebilirim" dedi



"Bize Japon, Çinli, Koreli, hepsi aynı gibi geliyor" dedim
"Bana da batılılar öyle geliyor. Nereli olduklarını asla tahmin edemiyorum" dedi
"Mesela Japonları nasıl ayırt ediyorsunuz?" diye sordum
"Japonların saçları kahverengi olur, ağır sert makyaj yaparlar" dedi




"Nasıl kahverengi?" dedim
"Yani saçlarını boyarlar" dedi
Gülerek,
"Tamam da saçlarını boyamazlarsa nasıl anlıyorsunuz?" diye sordum




"Anlıyoruz ama nasıl anladığımızı size anlatmam zor. Görünce anlıyoruz işte" dedi
"Kuzey Kore'ye gidebiliyor musunuz?" diye sordum
"Belli turlarla belirli rotalara gidebiliyoruz ama özgürce dolaşmamız yasak" dedi


"Kuzeydekiler Güney'e gelebiliyor mu?" dedim
"Asla! Sınırı kaçak geçmek de çok zor. Ancak Çin üzerinden kaçarak gelebiliyorlar, ama bunun için de Çin içerisinde 3000 km yol yapmaları lazım. Bu sıırada Çin polisine yakalanırlarsa geri gönderilip hapis ya da idam cezası alıyorlar" dedi

İkinci resim ilginç bir siteden
Üçüncü resimdeki anime havası veren Japon malı geniş lensler burada.
Dördüncü çizim bir forumdan.

3 Şubat 2010 Çarşamba

Atlas




İznim sırasında tanıştığım eski bir Atlas Dergisi muhabirine işi para yüzünden mi bıraktığını sordum
"Hayır Atlas'ın telif ücretleri en azından genç bir gazeteci için iyiydi. Yazı başına masrafların tamamıyla birlikte 1000 dolar veriyorlardı. Gelecek görmediğimden bıraktım" dedi
"Neden geleceği yok?" diye sordum



"Piyasanın reklam pastası belli. National Geographic çok bastırıyor. Zaten bunlar prestij dergileri, fazla basmak istemiyorlar. Atlas ilk çıktığında başka rakibi olmadığından pastanın tamamını -diyelim 250 bin dolar, kendi alıyordu. Dergiyi maliyetinin altında satmasına rağmen tiraj düşük olunca kar edebiliyordu. Tiraj artınca zarar da büyüyor. Benim bir yazım çok ses getirdi, aynı ay içinde 3 baskı yaptık.



Biz bu alanda ilk defa iki haneli baskı rakamlarını gördük diye sevinirken büyük tepki aldık. Dergi yayın hayatının en büyük zararını etti. O zaman bayide 5 liraya satılıyorsa şirkete 12 liraya mal oluyormuş" dedi

İkinci ve üçüncü fotoğraflar NG ve Atlas dergilerinin geçen yılki fotoğraf yarışmalarında Türkiye finalistlerinden. Son fotoğraf Erdem Yavaşça-Kekova

11 Aralık 2009 Cuma

grizu





Bugün çocuğunu muayeneye getiren bir maden mühendisine Bursa'daki maden kazasını sordum.
"Muhtemelen insan hatasıdır" dedi
"Nasıl yani?" diye sordum
"Galerilerde Metan gazının miktarını ölçen aletler vardır.eskiden kuş, Kanarya fakan koyuluyormuş. Emniyet mühendisinin düzenli aralıklarla gidip onu okuması gerekir. Metan oranı artarsa vardiyaların çalışma süreleri ona göre 6 saate 4 saate düşürülür, eğer çok fazla ise galeri boşaltılır. Ya bu konuda bir ihmal oldu ya da çok küçük bir olasılıkla 'blow out' dediğimiz açılan bir delikten aniden ortama büyük miktarda metan gazı sızdı" dedi


"Emniyet mühendisi bu ölçümü galerinin içine girmeden dışardan yapamıyor mu?" diye sordum
"Elektronik aletler belki Zonguldak'taki gibi büyük devlet işletmelerinde vardır, ama böyle küçük işletmelerde renk değiştiren tüpler kullanılır, bizzat gidip bakmak gerekir. Elektronik olanları da benim zamanımda yanına gidip okumak gerekiyordu, ama emekli olalı çok oldu, belki dışardan okunanları da çıkmıştır." dedi


"Yer altında dinamit patlatmak tehlikeli değil mi? Açılan galeriler nasıl oluyor da çökmüyor?" diye sordum
"Başka bir yöntem yok ki... Kömür katmanına lağım denen delikler açılır, dinamit yerleştirilip geri çekilip patlatılır. Daha sonra açılan galeriler tahkimatla içerden desteklenir. Zonguldak gibi büyük madenlerde galeriler yerin 700 metre altında olduğundan o basınca dayanacak Alman malı çelik konstrüksiyonlar kullanılır ama bu olaydaki gibi 200 metrelik küçük madenlerde çelik yerine ahşap kullanılır" dedi



"Kaza olan bölgedeki kömür nasıl, kaliteli mi?" dedim
"O bölgeden 4000-4500 kalorilik linyit çıkar, Soma'nınkinden daha kalitesizdir" dedi
"Zonguldak'tan ne çıkıyor? dedim
"Oradan taş kömürü çıkıyor,8000-8500 kalorilik yüksek kaliteli kömürdür" dedi
"Taş kömürü ile linyit arasında ne fark var?" diye sordum



"Jeolojik yaşları farklı. Biri 50 milyon yılda oluşuyor, dğeri 60 milyon yılda" dedi
"Yani beklesek linyitler de zamanla taşkömürüne dönüşür, öyle mi?" diye sordum
Gülümseyek
" Evet ama 10 milyon yıl beklemeniz lazım" dedi


1. ve 3. fotograflar Murat Germen'in

26 Kasım 2009 Perşembe

trafik polisliği









Bugün bir trafik polisi idrar yaparken yanma yakınması ile başvurdu. Bölge trafikte yol denetiminde çalışıyorlarmış. Denetimleri neye göre yaptıklarını merak ediyordum, 'Sabahları bugün şuraya radar koyalım diye mi karar veriyorsunuz?’ diye sordum.

Öyle değilmiş. Her günün programı baştan belliymiş. Mesela sabah 8:00 – 9:30 arası şu noktada radar, 10’a kadar serbest bölge denetimi( bu arada ihtiyaç görülürmüş) , 10:00-12:00 arası emniyet kemeri denetimi gibi kendilerine verilen programa uyarlarmış.

‘Radara yakalanınca gerçekten cezadan kurtulmanın yolu yok mudur?’ diye sordum.

Radar aracında VHS kamera varmış, ve bütün araçları kaydediyormuş.


'Ancak görev sırasında radara yakalanan son araç olursanız radara telefon edip bandı biraz geri alıp silmek mümkün olabilir, yoksa sizden sonra yakalananlar da silinir’
dedi.



Görev bitiminde bu kasetler dijital ortama aktarılıp arşivde saklanıyormuş. Denetime gelen müfettişler rasgele bir kayıt seçip o güne ait ceza koçanlarını istiyor ve karşılaştırmalı olarak kaydı izliyor, ceza kesilmesi gerektiği halde kesilmeyen varsa hesabını soruyorlarmış.

'
Lanet olsun adımız çıkmış ya bir kere hırsıza!’ dedi.

Neden böyle olduğunu sordum. '
Bazı sütü bozuklar, hem de büyük paralara da değil, 3- 5 liraya üniformasını satıyorlar’ dedi.

'
Nasıl düzelir peki bu iş?' diye sordum.

‘Halkın da bilinçlenmesi lazım. Özellikle kamyon sürücüleri alışmışlar, hiçbir eksikleri olmasa dahi ‘Al abi çorba içersin’ diye para uzatıyorlar. Soruyorum, kaç para alıyorsun diye 500 lira.Yahu kardeşim ben 1500 lira alıyorum, sen bana çorba parası veriyorsun bu nasıl iş!’ dedi.

‘Şikayet olursa ne ceza veriliyor’ diye sordum.

‘Her polisin aracının plakası onun kodudur, 155’i arayıp şu kodlu memur şu noktada benden usulsüz para istedi diye şikayet edersen mutlaka araştırılır, memur açığa alınır.Bütün konuşmalar kaydediliyor, ayrıca Emniyet Müdürümüz de bu konuda çok hassas’ dedi.



'Kendi adını vermek zorunda mı şikayet eden ?’ dedim. Vermek zorunda değilmişsin , ama en azından plakanı verirsen şikayetin daha ciddiye alınırmış. Bazen fazla tonajlı araçların geçeceği yollardan ekibi uzaklaştırmak için sahte şikayette bulunanlar oluyormuş, bunu hissederlerse yerlerinden kıpırdamıyorlarmış.



'Memur açığa alınınca ne olur?’dedim.

‘En azından görev yeri değişir, değişsin de zaten’ dedi.

İdrar yollarındaki enfeksiyon için Urfamiycin500 tb 3x1 verdim ve korunmadan cinsel ilişkiye girmemesini, daha ciddi ve ölümcül enfeksiyonlar da kapabileceğini hatırlattım.

Fotoğraflar sırasıyla Moskova, K.Kore, Kabil, Çin, Irak ve Erivan'dan trafik polisleri.



27 Ekim 2009 Salı

çıplaklık





Dün akşam Couchsurfing aracılığı ile tanıştığım 50 yaşlarında bir Avustralyalı ile Kordon'un çimlerinde sohbet ederken laf döndü dolaştı, kendisinin Melbourne'deki Spencer Tunick çekimlerine katıldığına geldi.


"Benim için çok sıradışı, büyük bir deneyimdi. O çekimden sonra hayata bakışım değişti" deyince
"Nasıldı?" diye sordum
"İlk başta çok stresliydi. Herkes çok gergindi. Biz bir de orada arkadaşlarımızla karşılaştık, birbirimizden habersiz gelmişiz. Arkadaşlarının önünde çırılçıplak soyunmak kolay değil.


Ama bittikten sonra büyük bir gevşeme, rahatlama oldu. 'Evet bunu yaptım ve ölmedim' diye düşündüğümü hatırlıyorum. Çok şişman çirkin bedenli insanlar da vardı, bence onlar daha da büyük bir cesaret gösterdiler.




Çekim bitince hep birlikte kahvaltıya gittik. Kahveden başka bir şey içmemiştik ama sanki herkes sarhoş gibiydi, çok neşeliydik. Şimdi bile o günü düşününce tüylerim diken diken oluyor" dedi



"Bunun karşılığında bir ücret ödendi mi?" diye sordum
"Hayır, hayır. Sadece daha sonra adresimize bir fotoğraf gönderildi. Onu da eşime gönderdiler, zira ben kayıt olmamıştım. Resmen 7000 kişi kayıtlıydı ama rahat 10 000 kişi vardı, çünkü arkadaşlarımızın da genelde biri kayıt olmuş eşini çocuklarını yanında getirmişti" dedi




"Kendinizi daha sonra çekilen fotoğrafta bulabildiniz mi?" diye sordum
"Hayır, imkansız! Fotoğrafı incelesen 7000 kişiden en fazla 10-15 ini seçebilirsin zaten; görünen ten rengi bir kütle. Oradayken beni en çok etkileyen şeylerden biri bu renkti. Çekim sabahın erken saatlerindeydi, yatay kuvvetli bir ışık bedenleri aydınlatıyordu


Etrafım çepeçevre 360 derece çıplak etle çevriliydi ve o bedenlerden çok kuvvetli, alışık olmadığımız bir ışık yansıyor ve insanın gözünü alıyordu" dedi